20 Aralık 2011 Salı

Oxford: Tarih'in Kenti

Uzun zamandır biricik blog sayfamı ihmal ettiğimin farkındayım. Şuana kadar 340 kez görüntülenmiş blogumun devamlılığı adına bugün güzel bir adım atacağım demektir. Tatlıses'in "Oxford vardı da biz mi gitmedik" sözü gönüllere öyle bir yerleşmiş hatta bilinç altımızda öyle çekişmeli etkileşimlere neden olmuş ki kendimi Oxford Üniversitesi' nde bulduğum bir günden bahsetmek istiyorum. Ama önce Japon ev arkadaşım Kotaro' nun asilliğinden bahsedeceğim. Japon toplumu kadar nezih, kibar, asil bir toplum görülmemiştir sanırım yeryüzünde. Hepsinin kibarlık diye bir gen taşıdığı kanısındayım ki Kotaro da bunların temsilciliğini yapıyordu. Aynı evde yaşıyorduk ve o gün Oxford'a birlikte gitmeye karar vermiştik. Ben ona sabah 8 gibi evden çıkacağımızı söyledim ve saat 7' de hazırlanmış, kahvaltısını yapmış, giyinmiş ve oturma odasındaki koltukta hazır bir şekilde uyuyakalmış beni bekliyordu. Bu kadar erken hazırlanmasına gerek olmadığını söyledim 8 sularında ve bana beni bekletmek istemediğini söyledi. Herhalde hiçbir toplumda 20 yaşlarında bir erkeğin bu kadar ince bir jest yapabilecek nezihliğe sahip olabileceğini düşünememiştim ki hala düşündüğüm söylenemez. Ben de apar topar evden çıktım ve tren istasyonuna ulaştığımızda sevgili Oxford Üniversitesi'ni göreceğim için mutluydum. Yaklaşık 1,5 saat süren yolculuk sırasında ikimiz de kitaplarımızı okuyorduk. Ben hala 'Kara Kitap' sevdasına düşmüş, zaman zaman ingilizcemi geliştirmeye geldiğim biryerde türkçe kitap okuyor olmamın verdiği sorgulamayla Orhan Pamuk'un uzun cümle yapılarına dalmışken, Kotaro' da kendi dilinden bir kitabı okuyordu. Bu beni nedense mutlu etmişti, kendimi garip birşey yapıyormuş gibi hissetmiyordum artık. Oxford'daydık. İstasyon çıkışı şehri tanıtan küçük haritalardan aldık ve yürümeye başladık. İlk durağımız St Mary the Virgin' di.
60 metre yukarıya çıkabilmek için kilisenin içindeki daracık merdivende kendimizle hesaplaşırken, yukarıdan manzaranın bu kadar güzel olabileceğini düşünmemiştik. İşte Oxford...
Üniversite binaları farklı yerlerdeydi. Ana binanın tarih kokan yapısı büyüleyiciydi.
Olayın Harry Potter'la ne gibi bir ilişkisi olduğunu düşünenler olabilir. Harry Potter'ın bazı bölümlerinin çekildiği okul da yakınlardaydı ve Kotaro'yla güzel bir öğle yemeğinden sonra soluğu o okulda almaya karar verdik. Kapıdaki görevli normalde para ödenerek giriş yapılmasına rağmen bize geçmemizi söyledi. İkimiz de ücretsiz geçiş yaptığımız bu okulda Harry Potter serisinden bazı sahneleri anımsatan bu koridorlarda kalabalık insan yığınlarını inceliyorduk. Harry Potter fanatikleri için inanılmaz büyüleyici benim gibi sadece ilk iki filmi izleyenler için estetik değer taşıyan işlemeli tavanlar...
Kentin tamamiyle tarih kokan bir havası vardı. Hüzün dolu aynı zamanda da eğlenceli insanları, havanın soğukluğu farklı bir ruh haline büründürüyordu insanı. Kotaro'yla geçirdiğimiz bu güzel günü unutmayacak hatta bir gün bu blog sayfasına yazacaktım... Zaman paradoksunda yaşamaya devam ediyoruz. Yağmur başlamıştı biz istasyona dönerken...

2 Ekim 2011 Pazar

Brighton; özgürlüğün yansımaları

Brighton, Londra' dan kolaylıkla trenle ulaşabileceğiniz, Kuzey Denizi'ne açılan şirin ve samimi bir bölgesi Birleşik Krallığın. Genellikle müzisyenlerin ve sıradışı insanların uğrak yeri olmakla birlikte Camden Town' dan sonra gördüğüm en çarpıcı kent. Kışın ortasında okyanusa açılan bir yere gidelim diye karar aldığımız bir gün Moskova'lı arkadaşım Ivan'la birlikte gara gidip herkes için bir bilet aldık. Gideceğimiz günün hava koşullarının bizim için pek de önemi yok, olmamalı diye düşündük ne de olsa mevsim kıştı. Ama 1,5 saatlik tren yolculuğundan sonra fırtına ve yağmur karşıladı bizi küçük şehirde. Tüm bu kopan fırtınaya rağmen yayılan enerji, insanların samimiyeti, doğallığı Brighton'ın etkileyiciliğine ket vuramıyordu, biz de karışık milliyetlerden bir grup arkadaş o enerjiye bıraktık kendimizi. Şehirdeki iskele oldukça dikkat çekiciydi, iskele diyorum çünkü ilk rota olarak deniz kenarını seçmiştik, her yerde tabelaların olması o kadar güzel ki, insanlar için ulaşım kolaylığı en ince detaylara kadar düşünülmüştü, bir yeri bulamamanın imkansız olduğu bir yerdeydik. Casino vardı iskelenin 100 metre ötesinde, birbirinden bu kadar bağımsız 2 yapının yanyana yerini almış olması tezatlık oluşturuyordu en azından benim açımdan...
Şehir merkezine doğru yürümeye karar verdik deniz kenarında aşırı rüzgardan dolayı, sahilin kenarında fotoğraf sergisi açılmıştı, Brighton fotoğrafları 15 pound civarlarındaki fiyatlarda satılıyordu. Balık dükkanları da sahil boyunca yerini almıştı. Biz de bir yerde dinlenmek üzere yürürken bol bol fotoğraf çektik.
Sokaklar arasında ilerlerken bir çok katedralle karşılaştık Scott Monument'i andıran bir tane, şehrin tam ortasında kocaman bir alan kaplamıştı. Mola vermek için şirin bir pub' a girdik ve saatlerce orada kaldık, çıktığımızda hava oldukça düzelmiş, yağmur ve rüzgar yerini sessizliğe bırakmıştı. Şehirde bir süre daha gezip ara sokaklardaki renkliliği, insanları inceledik.
Hayatımdaki güzel günlerden birinin daha sonuna gelmiştim, Rus arkadaşlarımın Türk malı bisküvileri iştahla yemesiyle son bulan tren yolculuğu sonunda tekrar kaos şehri Londra'daydık..

6 Eylül 2011 Salı

Zamanda Geriye Doğru Yolculuk: Natural History Museum

Müzeler insanlık tarihine ve insanın dünyaya bakış açısına dair kanıt niteliği taşır tarihte bence. Bir ülkenin yapısını, gelişmişlik düzeyini anlamak istiyorsak öncelikle müzelerine bakmalıyız, sonra kütüphanelerine. Eğer kendi toplumunu eskiyle bilgilendiriyorsa ülke, o toplum yeni birşeyler üretebilmek için gerekli alt yapıya sahip olabilmiş demektir. Eski bilinmeden yeni birşeyler icad etmek üretkenlik olarar nitelendirilemez bu sadece baştan beri rotasını bilemeden sürüklenmeye benzer büyük bir okyanusta. Bu konuyu daha fazla uzatmadan National History Museum' dan bahsetmek istiyorum.
3 line değiştirdikten sonra insanlar özellikle turistler kış aylarında da kolaylıkla ulaşabilsin diye alttan yapılan kestirme geçitlerle ulaşabilirsiniz. Müzenin büyük görkemli kapısını bir yana bırakmak istiyorum ve iç kısmının büyüklüğünden bahsetmeden geçemiyorum. Bu doğa tarihi müzesini bir günde gezebileceğinizi düşünmeyin. Özellikle de eğer tüm canlılar hakkında yazılmış detaylı bilgileri okayacağım derseniz en az bir hafta ayırmanız gerekir. Doğal taş bölümünü incelemek de istiyorum diyenler ayrıca 3 gün daha ekleyebilir bu süreye.
Taşlarla ilgili kısım:
Aslında çok derinlere girmeden bazı örnekler verip bu konuyu kapatmak daha hoş olur diye düşünmekteyim şuan nedense.. Bencillik yapıp ilk başta Homo sapiens tarihinden bahsedecek olursam karşıma iki ayağı üzerinde yürüyebilen Australopithecines çıktı mesela, iki ayağı üzerinde yürüyebilen Güney Afrika'lı bir kadın.
Daha da gerilere dinazorlara kadar gideceğim ama önce Güvercingillerin atalarından bahsetmek istedim. Raphus cucullatus Uçamayan bir kuştur. 17. yüzyılda insanların bu kuşların yaşadığı adayı istilası sonucunda türleri yok olmuştur.
Komodo dragonunun 3 metre uzunluğa ve 150 kg'a kadar ulaşabiliyor olması ilgimi çekmişti o gün..
Ve daha birçok canlı tarihin derinliklerinden fırlamış gibi karşımdaydı ve bence insanın doğa tarihi müzelerine sık sık gitmesi sonunda kendinin egolarından sıyrılmasıyla sonuçlanmalıdır. Çünkü dünyanın hakimi olduğumuz düşüncesi yerini zamanla biz daha yaşamıyorken dünyayı dinazorların istila etmiş olması ve sonlarının da hala tam olarak kestirilemeyen bir nedenle gelmiş olması demek ve tarihin de tekerrürden ibaret olduğu biraraya gelince ve de ütopik yokoluş senaryoları da katkıda bulununca bunlara, sonunda demeliyiz ki evet biz şuan buradayız, heryeri istila etmiş, kirletmiş, yok etmiş olabiliriz ama biz de bu varoluşun sadece ufak bir parçasıyız. Hatta daha da ileri giderek biz kimiz ki diye sorabilmeliyiz, ki bu hep sorduğum sorudur kendime. Böylece beynimizin neden varolduğunu düşünür, tüketici formatından üretici formatına geçebiliriz belki, tarihte yaşamış ve çoğu acılar içinde ölmüş bilimadamları, filozoflar üstün düşünme yetilerinin dışında günlük hayattan kendilerini bir şekilde soyutlamış, kendilerini sorularla dolu bir hayal dünyasına hapsetmişlerdir belki. Bu düşünme yetisi bize verildiyse iyiye kullanmamız içindir bence. Aşağıdaki fotoğraflar:Dromaeosaurus, Iguanodon: Ig-wha-noh-don vs. :)
Gideon ve Mary Mantell, 1822 yılında, 120 milyon yaşındaki ilk dinazor fosiline ait dişleri bilimsel literatüre kazandırmış:
Son olarak sekoya ağacının yaş halkalarından oluşan dev gövde kesidine getirmek istedim konuyu. Bu ağaç tarihte neler gördü, nelere şahit oldu, ne savaşlar, açlıklar, icatlar.. Bunların hepsine şahit olan ve sessiz kalabilmeyi yapısına kabul ettirmiş canlılar olan bitkiler, gizemlerini korumaya devam etmekte...

1 Eylül 2011 Perşembe

Kew Gardens

5 yıllık lisans eğitimimde ve daha sonraki 3 yıllık yüksek lisansım sırasında hafızama kazınan yerlerden biriydi Kew Gardens. Eminim ki bir çok biyolog da benimle aynı fikirdedir. Bir kütüphanede zehirli bitkilerle ilgili bir araştırma sırasında karşısına ilk çıkacak yayının kapağını açtığında ilk paragrafta Kew Gardens geçmiştir, ya da kaynakça kısmında..Herneyse. Bu kadar ismini duyduğum yerin yakınlarındayken makro objektifimi de alıp kendimi metro istasyonlarına vurdum bir gün. Bir pazar günüydü ve yaklaşık 4 line değiştirdikten sonra ulaştım Kew Gardens' a. Küçük kasaba gibi bir bölgenin sakin insanlarıyla dolu ufak mağazalı şirin sokaklarında yürüdüm ve işte karşımdaydı giriş kapısı.
11 poundluk giriş ücretini ödedikten sonra minik bir harita içeren bir katalog verdi kabinde oturmuş olan orta yaşlı kadın. Seralarla karşılaştım ilk olarak ve en yakındakine girdim. İçeride çiçek düzenleme günleri düzenlenmişti ve envayi çeşit orkidelerin harika renk uyumlarıyla bir araya getirilmiş olduğunu gördüm. Çok kalabalıktı. İnsanlar çocuklarıyla şehir ortamından uzaklaşıp biraz doğal hayata ve kendi ruh dünyalarına yatırım yapmayı istemişlerdi anlaşılan.
İlk girdiğim seranın yaklaşık 15 kapısı vardı. Her bölümde ayrı bitki grupları sergileniyordu. Bir bölgede egzotik yağmur ormanları bitkileri, diğer bölgede sukkulentler, bir başka bölgede tıbbi bitkiler..Bu ortamlardaki nem, sıcaklık ve toprak koşulları da bitkilerin yaşamına elverişli şekle dönüştürülmüştü. Ufak bir de akvaryum bölümü vardı. Buradaki kaplumbağaların bakışları dikkat çekiciydi.. En azından benim için...
Bir adım daha atıp bitki sosyolojisini ilgilendiren kısımlarda bitki birliklerinde inceleme ve çekimler yaptım. İşte bazı şirin bitkiler.
Bazı Irıs türleri, Pteridium gibi eğrelti türleri birarada büyük bir iç huzuruyla yaşamaktaydı. Seralardaki basınçlı ve nemli havadan kurtulmak için dışarıya çıktım. O kadar geniş bir alandaydım ki saat 5'e kadar açık olmasından dolayı böyle bir yere sabah 9'da gelinmesi gerektiğini düşünüyordum. Gideceklere de erken saatlerde gitmelerini öneririm. Evolution için hazırlanmış bölüm de oldukça dikkat çekiciydi. Daha fazla yazmak yerine fotoğrafların durumu anlatmasını istiyorum.

28 Ağustos 2011 Pazar

1 Ocak 2011, Trafalgar Square

Yalnızlığı bir yaşam biçimi haline getirmiş insan gruplarına dahil olduğumu hissetmişimdir çocukluğumdan beri. Londra'ya gittiğim ilk birkaç günden sonra insanlardaki Christmas coşkusu beni yalnızlığa daha da yaklaştırıyordu.
Mağazalar dolup taşıyor, alışveriş merkezlerinde herkes hipnotize biçimde tüketim yapıyordu. Bu kalabalık yığınında gözlemlediğim sahte sevinç duygusu, birkaç gün sonraki yeni yıl gecesinde, hediye paketlerinin açılacağı ve herşeyin tekrar sıradanlaşacağı hissinin insanların yüzlerinde oluşturduğu ifade ürkütücüydü.
Yılbaşı gecesi Trafalgar Square'deydim. İngiltere' de insanlar nasıl bir yeni yıl kutlaması yapıyor gözlemlemek için en coşkuyla kutlanan meydanda erken saatlerde yerimi almıştım. En sonunda adım atacak yer kalmamıştı, bu arada ben bir Hint restorantındaki garsonun "İranlı mısınız" gibi sorularını yanıtlıyordum ki o buz gibi havada bir kadeh şarabı içtikten sonra London Eye' a yürüdüm. BBC canlı yayın yapıyordu tüm dünyaya. İnsanlar deli gibi içiyordu, yaş gruplandırması yapamıyorum çünkü 70 yaşında yaşlı adamlar kadınlar görüyordum torunlarıyla içerken..Bir türk çift, beni yabancı sanmış, fotoğraflarını çekmemi istemiş, ben de hiç bozuntuya vermemiştim. Bir de yan tarafta kavga edecek gün olarak yeni yılı tercih etmiş bir çift, birbirlerine bağırıyordu. Birçok adam kafalarında renkli peruklarla üzerlerinde takım elbiselerle bir mutluluk oyunu oynuyorlardı.
Gecenin sonunda eve dönüş, tam bir korku filmi niteliğindeydi. Karşımda yüzlerce zombi üzerime geliyordu sanki, yerler şişelerle doluydu, yürünemiyordu. Ve polis tüm caddeleri kapatmış, insanlar sadece kaldırımlardan yürüyorlardı yığınlar halinde insan topluluklarının hepsi ayrı yönlere gitmeye çalışıyordu daracık kaldırımlarda ve ezilenlerin sesleri duyuluyordu. Tüm metro hatları kapatılmıştı. En sonunda bir polise eve nasıl döneceğimi sordum ve "insanların ayılmasını bekliyoruz" yanıtını aldım. Metronun faaliyete girmesi için bekledim bir süre. Sonunda sabah 4 gibi açıldı ve mideleriyle problemler yaşayan topluluklar bu kez metroya abandı. İnsanlar mutsuzdu. Bu çok netti. Mutsuzluklarının bu kadar açık bir biçimde yüzüme vurması beni de rahatsız etmiş, dünyadaki gidişatın umutsuzluğu hakkında düşünmeye başlamıştım. En aciz canlılar; biz insanlar, kendimize mutsuz olabileceğimiz kocaman bir tablo çizmiştik ve renklerin karanlığını geri alabileceğimiz hiçbir yöntem bulamıyorduk. Bu karamsar tablo ve düşüncelerle eve ulaştım. Sabah Janet tek parça halinde eve döndüğümü ve buna çok sevindiğini söyledi. Daha sonra eve davet ettiği birçok arkadaşına ne kadar cesur biri olduğumu düşündüğünü anlatacaktı.

25 Ağustos 2011 Perşembe

Londra İlk 48 Saat

Havaalanlarının, tren garlarının oldum olası karmakarışık duygularla dolu ayrılık ortamları olduğunu düşünmüşümdür. O gün de ailemden ayrılmıştım uzun bir bekleyişten sonra havaalanında.. Ama kendimi gitmeye öyle bir hazırlamıştım ki, gidişim çok da eziyetli olmamıştı..Herşey hazırdı uçağımın Heathrow havaalanındaki buzlanma nedeniyle değişmesi dışında hiçbir aksilik yaşamamıştım. Uçakta ön koltukta bulunan yabancı genç ve gözlüklü bir adamın sohbet etme çabasından kurtulmak için camdan dışarıyı uzun süre izledim, yer şekillerinin hücre organellerine benzemesi ve bu dünyanın bir sonsuzluk içindeki tek bir hücre olduğunu ve nice hücreler, yaşamlar, hayaller, hüzünler, hayal kırıklıkları olduğunu düşündüğüm sırada hostesler el çantamı koltuğun altına iyice itmemi söylediler. Uzun bir türbülanstan ve üç kez havaalanına iniş çabasından sonra toprağa basıyordum. Akşam 7 civarıydı, 2 saatlik dilimi geri almıştım ömrümden. Şehir nem kokuyordu. Bavulumu alıp beni beklemesi gereken taksi şoförünün bir an önce beni bulması için dua etmeye başladım. Bir saat kadar bekledim. İnsanların telaşını izleyerek geçen bir saatten sonra genç bir çocuk ismim yazılı bir pankartla önümde durdu. Babasının az sonra geleceğini ve trafiğe takıldığını söyledi, birlikte dışarı çıktık. Taksiyi beklerken bahsedilen buzul soğuğunu hissettim. Bu arada çocuk bana sorular soruyordu ne için geldiğime dair. Ben de ona bir hata yapıp Londra' nın hangi bölgesinde oturduğunu sordum ve "neden sordun ki" yanıtını aldım. O an anladım ki özel hayatlarına çok özen gösteren bir topluma gelmiştim bizim milletimiz gibi muhabbet olsun diye tüm hayatını tanımadığı insanlara ayaküstü büyük bir iştahla anlatan insanlar değillerdi. Kapalı bir kutu gibilerdi herşeyi kendi içlerinde yaşamayı seven insanlardı. Taksi geldi ve sağ taraftaki direksiyonu garipseyerek arka koltuğa oturdum, tüm şehri bir gecede Cezayirli bir taksi şoförünün farklı aksanıyla sorduğu sorularıyla pencereden izliyordum.
Gidiyorduk ama yol bitmiyordu. En sonunda gpsten yaklaştığımızı gördüm. Neşeli insanlardı Cezayirliler, adamın kahkahaları hala kulaklarımda.. Nihayet kapının önüne geldik ve adam dönüşte yine tek bir bavulla dönmemi temenni ederek zile bastı. O an neyle karşılaşacağımı hiç bilmiyordum, tek garipsediğim andı benim için. Bir siyah aile ve bir japon çocuk karşımdaydı. Tabiki hafif şaşkın bir ifadeyle bavulu içeri aldım, kadın bana terliklerimin olup olmadığını sordu. Olmadığını anlayınca kendi terliklerini bana verdi hemen. Bu davranışı hoşuma gitmişti. Evde garip bir balık kokusu vardı. Sonradan anlayacağım gibi favori yemekleri buharda somon balığıydı. Japon çocuk benim yaşlarımdaydı, ev arkadaşımdı, o da öğrenciydi benim gibi. Sürekli gülüyordu, ilk tanışmada bu kadar gülen bir japonu tuhaf bulmuştum. Odama çıktım. İki kişilik kocaman bir yatak tüm odayı kaplamış, karşıda duran iki kapılı dolap acizane bir görüntüye sahip olmuştu önünde duran ısrarlı komidin yüzünden. Getirdiğim priz yanlış seçilmişti ve telefonumu şarj edemediğim için üzgündüm. Kadının aksanından hiçbir dediğini anlamıyordum. Jamaikalı aile böylece hayatıma girdi, kadın ve 12 yaşındaki tek oğlu 3 katlı koca evin odalarını öğrencilere kiralayarak hem her milletten insan tanıma şansına erişiyor hem para kazanıyordu. Büyük krem rengi salonun deri koltuklarından birine oturdum ve yemeğimi bekledim japon çocuğun sırıtışına katlanarak ve karşımdaki lcd televizyondaki garip yarışma programını izleyerek.. Bizim evliilik programlarının bir üst versiyonunu yapmışlardı. Tek bir adam 40 kadın içinden soru sorarak ve eleyerek tek bir kadın seçiyor, onunla yemeğe çıkıyordu. Yemeğim sonunda masadaydı. Garip kokulu balık ve pilav, haşlanmış sebzeden oluşan ilk akşam yemeğimi bitiremedim.
Janet çok samimi davranıyordu. Bana evin en önemli unsuru olan alarm sisteminin nasıl çalıştığını öğretti, kapıyı kilitlemeden önce gireceğim kodları söyledi 6 7 kez üstüste tekrarladı kod numaralarını, çok kontrollü ve emniyete çok önem veren yanını bu şekilde öğrendim, hayatında güven önemliydi, tek çocuğuyla pazar günleri kiliseye giderek mutluluğa erişiyordu, mütevazi kuaför dükkanına yakın olan evinde.. Japon çocuk kendini tanıttı, bana şehrin haritasını gösterdi, Janet ona ertesi gün bana şehri gezdirmesini söyledi. Çocuk büyük bir neşeyle kabul etti. Sevgili ev arkadaşım Koichi böylece hayatımdaydı. Ben dinlenmem gerektiğini söyleyerek odama çıktım. Oda yarı karanlıktı, ışığı açtıktan sonra bir de düğmeyi çevirmem gerektiğini 3 gün sonra tesadüfen öğrenmiştim, loş ve hafif soğuk bir odada uyumaya çalıştım. Ertesi sabah evin bulunduğu Newbury Park'tan nasıl şehir merkezine gideceğimi keşfetmek için evden ayrıldım. Koichi gece bana telefonunu vermişti ertesi gün buluşmak için, yeni bir hat aldım bir marketten, metroya girdim, aşırı pahalı oyster kartlar da hayatıma girmişti bir anda.. Metroyla giderken haritadan kırmızı renkle yazılmış yerlerden Holborn'u seçtim ve orada indim. İnsanları incelediğim ilk yolculuğumda 45 dakikayı asık suratlı şık giyimli kadınların makyaj yapmalarını garipseyerek (rimel bile sürebiliyorlardı o sarsıntılı trenlerde) ayyaş tipli insanların kenar köşelerde sızmış olmalarını, koloniler halinde gezen aşırı neşeli gençliğin umursamaz ve rahat ama aynı zamanda mutsuz tavırlarını, köpek gezdiricilerin 10 köpekle nasıl metroya binip bir durak sonra indiğini, her milletten insanın birbirine karışan dillerinin bir uğultu oluşturarak kulağa nasıl yepyeni bir dil gibi geldiğini gördüm. Holborn'da metrodan yeryüzüne çıktığımda yağmur yağıyordu.

Uzun bir süre telefon kulübelerinden aileme ulaşma çabasından sonra bundan vazgeçtim ve British Museum' da buldum kendimi, tüm müzeyi gezmem imkansızdı, o binayı gezmek 1 haftayı alacağından sevdiğim kısımlarında gezinirken türklerle karşılaştım. O an sanki o hiç tanımadığım türk kız ve 2 erkek kurtarıcılarımdı. Normalde hiç güvenemeyeceğim o yabancı kişilere birçok soru sordum ilk günün olduğunu söyledim, güldüler bende kendilerinin ilk zamanlarını gördüklerini söylediler. Bir süre hangi hatla türkiyeyi daha ucuza arayabileceğimi, nerede yemeğin ucuz olduğunu, öğrenci oysterını nasıl alacağımı vs anlattı kız, ülkesine dönmek için can attığını, 3 aydır orada olduğunu ve bıktığını söyledi. Sonra ayrıldık, Koichi beni arıyordu, onun o bol japon aksanlı ingilizcesiyle müzenin önünde olduğunu anlamam zaman aldı.
Koichi'yle bol yağmurlu ve fotoğraflı Londra turumuz başlamıştı, yılbaşı hazırlıklarının son sürat devam ettiği o kalabalık, kocaman, nem kokulu, asi şehirde bana en güzel yerleri ilk o gösterdi, şehrin her noktasına yerleştirilmiş haritaları nasıl okumam gerektiğini o öğretti, ev terliği aldık, birlikte çok güzel bir akşam geçirdik ve eve döndük.
28 yaşındaydı ve Japonyadaki işini gücünü bırakıp Barcelona hayaline gitmişti, severim böyle yenilikçi ruhu olan insanları, herşeyi tek bir hedef pahasına bırakabilme cesaretini gösterebilen güçlü insanları.. Japonya hakkında konuştuk, depremler hakkında..
Türkiye hakkında türkler hakkında...Yemeklerimizi yedik herkes aynı saatte aynı masada olmalıydı, Janet iyi anlaştığımızı görünce mutlu olmuştu, oğlu Theon çok sessiz bir çocuktu, ayrıldığı eşi o akşam oğlunu görmeye gelmişti, ev kalabalıktı kısacası. Dışarıda kar soğuğu, içeride sıcak aile ortamı, mutluydum.