10 Kasım 2015 Salı

Akdeniz'in Çizmeli Kedisi İtalya

Kahve kokusuyla karışık italyanca fısıltılar, ses yansımaları, klasik batı müziği ve pesto. Bu kez İtalya'dan pizza ve tiramisu eşliğinde bu yazıyı düşlüyorum. Daha sonra uçakta yazımı hayalden gerçeğe dönüştüreceğim kısa zaman dilimini bekliyorum. 
     
                                 

İtalya. Kendi toplumumuza olağanüstü benzerlik gösteren insanların ülkesi. Yediğimiz içtiğimizin yanında görüntümüz de benziyor. Buğday tenli, çok zayıf ya da çok şişmanların yaşadığı Roma, Floransa, Pisa, Genova derken ve İtalya'nın burgulu çizmesinin içinde uzun ince bir şerit yol ilerlerken, kahve dükkanlarının ara sokaklara yaydığı o enfes koku şimdiden unutamayacaklarım arasında.

      
                                    
İtalya'nın neresi açık hava müzesi neresi yaşayan şehri diye bir ayrım yapılacaksa eğer; açık hava müzesi kıvamında Floransa'yı ve Pisa'yı önerebilirim. 
       
        

Floransa sanatın binbir çeşidi sokaklarından galerilerine yayılmış bir çeşit deskripsiyon şehri ki sanat eserlerinin orijinallerini görme ihtimali, bunun için sarfedilen çabaya bağlı. Uffizi Galerisi'ni ziyaret etme isteği herkesin isteyebileceği birşey olmasa gerek. Bu bir tutku meselesi. Galeriye en az bir hafta önceden bilet ayırtıp heyecanla o günün gelmesini bekleyen sanatçı ya da sanatseverlerin tutkusu. Pisa ise mimari açıdan ilgi çekici eserlerin bulunduğu daha küçük çaptaki şirin bir şehir. Pisa Kulesi ve eğik duruşu insanı sürreal düşüncelere sanrılara sürüklemekte.
       
                                   
Gelelim yaşayan şehirlere. Yaşayan şehir benim adıma çok daha derin ve çarpıcı zıt nitelikleri avuçlarında toplamış bir insandır. Öyle ki bir sokağından diğerine geçtiğimde hayal edemeyeceğim özellikteki bir farklılıkla karşılaşırım ve bu farklılık o şehrin kendine has güzellik ve çirkinliklerini avuçlarını açarak tek tek sunar. Başkent Roma bu şehirlerden bir tanesi ama Genova benim için unutulamayacak bir deneyim oldu. Cenevizlilerin Karaköy mimarisini Galata'yı tasarlayıp oluşturdukları dönemde aynı tip mimariyi kendi şehirlerinde de daha da bütünleyici nitelikte uygulamaları inanılmaz. Liman şehri Genova mimari açıdan babacığımın yıllarını adadığı Karaköy'e büyük benzerlik gösteriyor. Tek bir farkla: 4 kişinin yan yana yürüyemeyeceği kadar dar ve çok eski taşlarla döşenmiş ara sokaklarıyla. Bu ara sokakları ilk gördüğümde kendimi Van Gogh'un zaman yolculuğu yaparken düşürdüğü tablosuna bakıyor gibi hissettim. Öyle ki görüntü çok çok eskilerdendi ve manzara inanılmazdı. Varanasi'den sonra benim için en çok etkileyici ikinci şehir Genova diyebilirim. Labirent gibi birbirine bağlanan ara sokaklarda yürürken Alis Harikalar Diyarında'ki tavşan akla geliyor. Eskimiş binaların gölgeli ve nemli dokusu ve küçük kare şeklinde bezenmiş birkaç yüzyıllık taşların oluşturduğu karanlık aralıklar büyük ve geniş bol güneşli meydanlara açılıyor. Bu iki zıt duruşun birbirini tamamladığı nadide şehirlerden biri Genova. Turistik atmosferden sıkılıp şehrin daha derin niteliklerini anlama çabasına girebilenler için muazzam bir şehirdir keşfedilmeyi bekleyen.
        
   
  
       
                                 
                                
       

       
   

Bir sonraki yazımı aslında Fransa'ya bağlı ama İtalya'ya yakın olan Korsika Adası'na yaptığım 9 günlük seyahat hakkında yazacağım. Herkese selam.



8 Mayıs 2015 Cuma

Biraz Hindistan biraz Katar

Hindistan'ın büyülü kum tanecikleri o öğleden sonra da ışıl ışıl parıldarken, iki kişinin iplerle zor zaptettiği bir büyük inek sahilde toynaklarıyla izler bırakarak yürüyordu. Güneş batma konumunu alıyor, gün kendini portakal renginin o canlı güzelliğine teslim ediyordu. Kızgın kum taneleri artık yakmıyordu dokununca parmak uçlarımızla. Goa sahili kendini ay ışığının karanlıkta oluşturduğu beyaz şeritlerine bırakıyordu. 

İşte o an: 

Bir başka güzel an Katar, Doha' dan. Öğle sıcağı tüm gücüyle insanın limitlerini zorluyordu ki yeni şehrin aşırı yeni oluşu bizi eski şehrin eskiliğini gözlemeye yöneltti. 2 taksiciden sonra doğru kişi 3. taksici ile yola koyulduk.

Eski Katar çarşısı bizi krem kahve kerpiç duvarları ve gölgelik alanlarıyla karşıladı. Beyaz giysilerle güneşin etkilerini en az şeklilde hisseden adamlar siyah giysileriyle o sıcakta daha da sıcaklayan kadınlar biryerlere gidiyor, alışveriş yapıyorlardı. Altın dükkanının önünde bir adam pahalı kol saatlerine işte böyle bakıyordu:

Parfüm dükkanının önünde bir başka adam bizi uzaktan uzağa süzüyordu işte böyle:

Pek alışılmadık turistler miyiz ne?! Bir başka adam kamerama böyle poz veriyordu:

Çarşı içinde kayda değer güneş gözlükleriyle bir adam aceleyle yürüyordu. İşte böyle:

Bir adam ne olduğunu çözemediğim bir bölmede bu kez kameramdan kaçıyordu. Böyle:
                                      

Katar turkuaz denizi ve manzarasıyla bize göz kırpıyordu o gün, Birleşik Arap Emirlikleri' nin enerjisini de bünyemizde hissettik. Sıradaki! :)


29 Aralık 2014 Pazartesi

Fransa, Paris ve Daha Fazlası

Nacizane blogumun 3516 kez görüntülendiğini gördüğüm bu karlı İstanbul gününde en son seyahat ettiğim Fransa' dan bahsetmek istiyorum. Kibarlığın ülkesi Fransa, ingilizce konuşan çok az kişiye rastlayacağınız, pastaneleri, tatlıları, unlu mamülleri, binbir çeşit peyniri ve şaraplarıyla oldukça iştah açıcı bir ülke. Kilo almak istemiyorum diyorsanız rotanızı Fransa'ya çevirmeyin. 

Fransız şaraplarının tadına ülkenin köylerinden kasabalarına ve büyük şehirlerine kadar baka baka dolaştım diyebilirim. Şaraplar sanki köylerde daha bir lezzetli insanlar daha bir yardımsever gibi. Şöyle bir durum da var ki bu insanların hayata bakış açısı bambaşka, kendi zamanlarına değer veriyorlar; bir köye gittiğinizde başlangıçta hiçkimse yaşamıyor mu burada diye düşünmeyin, bilin ki saat 2 ile 7 arasında insanlar çalışmıyor, tüm yiyecek içecek dükkanları kapalı, tedarikli bir şekilde dolaşın derim. 7 den sonra kafe ve restorantlar yeniden faaliyete geçiyor, 10 gibi köylerde hayat duruyor. Alp dağlarının uzantıları bu kasabalara bol oksijen gönderiyor, insanların bol oksijenden kafaları iyi :) yani net.  Ne istediklerini biliyorlar. 

Lyon şehrin ortasından geçen büyük nehir manzarasıyla, engebeli yokuşlu ara sokaklarında bulunan şirin kafeleriyle göz dolduruyor. Vichy yaşam standardının çok üstün olduğu ve genelde yaşlı nüfusunun hakim olduğu termal 2 otelin uçuk fiyatlarıyla hizmet verdiği yeşil ve şirin bir kent. 

Gelelim Paris'e... Hayatımın fon müziğini oluşturan hayal şehir Paris her ne kadar bizim İstanbul'umuzun karmaşasını içinde barındırsa da romantik bir atmosfere sahip. Tarihi dokusunu bugüne dek korumayı başarmış, ünlü restorantlarında saatlerinizi geçirebileceğiniz, büyük bir otopark sorunu olan büyüleyici güzellikte bir şehir. Paris'e arabayla gitmeyin. Başka tüm yollarla gidin fakat araba en son seçeneğiniz olsun. Bisiklet kullanımı son derece yaygın olan Paris'te gecelere kadar bisikletle sokak sokak dolaştım, metroyu da kullandım ama bisikleti tercih ederim. Louvre Museum, Eiffel Tower görmemeniz mümkün olmayacak kadar görkemli yapılarıyla sizleri karşılamakta. 

                                  

                                  

    

                                 

Otellere önceden rezervasyon yaptırmazsanız hangi mevsim olursa olsun yer bulamazsınız. Hotel du Nord personelinin soğukluğu ve odaların vampirimsi kırmızı renk dekorasyonu ile tavsiye etmediğim otellerden. Daha kişiliksiz fakat büyük oteller belki de daha mantıklı Paris için. 

Merkezin bir daire biçiminde olduğunu düşünürsek merkezden uzaklaştıkça mahalle kültürlerinin yaygınlaştığını görüyorsunuz. Merkezdeki binlerce liralık ürünler satan mağazalardan 4 mahalle ötesine geçtiğinizde uygun fiyatlara her türlü ürünü bulabileceğiniz mütevazi dükkanlar mevcut. Ama ana caddelerden birine gittiğinizde bir pastane ve çikolata dükkanına mutlaka girin. Paris anlatılmaz yaşanır. ;)
                                  

    

     

                 

          .           .       

  

  

                                 

                                 


13 Aralık 2014 Cumartesi

Medeniyetin Ülkesi İsviçre

Kasım'da ne yapılır dedim ve İsviçre'ye Alp Dağları'na gitmeye karar verdim. Basel havaalanına indiğimde 3 ülkeye birden giriş çıkış yapılan sistemi inceledim. Burada bahsetmek istediğim nokta ülke çıkış kapılarından bir kez dışarı çıktığınızda Fransa, Almanya, İsviçre arası demir parmaklıkları görüyorsunuz fakat eğer fikir değiştirip başka ülke sınırına geçmek istiyorsanız içeri geri dönüp istediğiniz ülke sınır kapısından tekrar çıkış yapabiliyorsunuz. 

İsviçre medeniyetin en üst kotalarda hüküm sürdüğü, aşırı sakin, az kalabalık, hatta sanki düzenden insanların biraz canının sıkıldığı yemyeşil bir ülke. Zürih şehri Kasım ayında da oldukça soğuk olmakla birlikte pahalılığıyla da ün salmış. Köylere doğru çıkıldıkça medeniyetin zirvesine ulaşıyorsunuz. Şöyle ki içinde satıcıların bulunmadığı aldığınız ürünü tartıp parasını kapalı bir tahta kutuya attığınız dükkanlar mevcut. Aynı uygulamayı bizim ülkemizde yapsak nasıl bir sonuç ortaya çıkar düşünmeden edemiyorum. Tabi asıl neden o insanların hiçbirşeye ihtiyacı olmaması, herkesin refah düzeyi son derece yüksek. 

Alp Dağları İsviçre Fransa sınırına yaklaşıldığında her noktadan görülebiliyor. 4000 5000 metre yüksekliğindekileri görüp büyülenmemek elde değil. Dağların olduğu bölgelerde hava sıcaklığında ani düşüşler ve ani sisler olduğundan dikkat etmek gerek.

İnsanlardan bahsediyordum, çocuklar bisikletleriyle eğitim kalitesi son derece iyi görünen (bunu bir çocukla sohbet ettiğinizde kolaylıkla fark edeceksiniz) okullara giderken yetişkinler de işlerinin başında oluyorlar. Bu yüzden sokaklarda fazla insan yok olanlar da yaşlılar ve turistler. İşsizlik diye bir sorunları olduğunu kesinlikle düşünmediğim İsviçre' de insanlar adeta bir şıklık ve kibarlık yarışındalar. 

Bir gün umarım bizim güzel ülkemiz de bu aşamaya gelir diyerek konuyu noktalamak ve çektiğim kareleri paylaşmak istiyorum. İşte İsviçre...











Bir Günde 3 Ülke Son Durak Budapeşte!



Sınırlar.. Sınırlar... :) Ülke sınırlarındaki farklı uygulamaları anlatan başka bir yazı da yazmayı planladığım bu yağmurlu yaz gününde, öncelikle Budapeşte'den bahsetmek istiyorum kısaca. Slovenya'dan çıkıp Hırvatistan'a oradan da Macaristan'a geçtiğimiz o enteresan günden. Yorucu bir yolculuğun ardından başkent Budapeşte' ye doğru yolumuza devam ettik. Budapeşte gece karanlığında ulaştığımız yegane şehirlerden biri, karanlıkta aydınlatılmış şehrin güzelliği de bambaşkaydı diyebilirim, dünyada en iyi ışıklandırılan başkent seçilmiş olmasının bu durumda payı çok büyük olsa gerek...



Tuna Nehri'nin ikiye böldüğü şehir Buda ve Pest denen iki kısımdan oluşuyor. Buda eski kültürü Pest yeni kültürü simgeliyor diyebilirim. Buda kısmında hayat daha normal; sokaklarda bir turistten ziyade kendinizi Macar zannedeceğiniz kadar sade ve sıradan bir yaşam devam ederken Pest kısmına geçtiğinizde kendinizi bir anda turistik şaşalı hayatın içinde buluyorsunuz. Turistlere yönelik Budaeye denen dönmedolap, alışveriş için can atıyorsanız trafiğe kapatılmış uygun sokaklar ve hatta mağazaların önünde oklarla bekleyen ve sizi mağazalara davet eden genç kızlar derken turist olarak o ülkede bulunduğunuzun farkına varıyorsunuz. 



Budapeşte'de güzel bir kale ve birçok katedral kilise varken (bunların isimlerine ve bilgilerine zaten google sayesinde rahatlıkla ulaşabilirsiniz) benim bahsetmek istediğim bir diğer konu evsizler. Sokaklarda lüks binaların lüks merdivenlerinde hatta bazen sokağın tam ortasında biryerde sayıları oldukça fazla olan evsizlerle karşılaşıyorsunuz. O kadar tezat ki durum lüks bir restorantın içinde insanlar afiyetle yemeklerini yerken, kapının bir iki metre yanında bir evsiz yastığı ve battaniyesiyle uzanıyor. Kimseye bir zararları olmamasıyla beraber bazen daha güler yüzlü bulduğum evsizlerin şehirde sayısı oldukça fazla. Ulaşım ücretsiz Budapeşte'de, yani bir tramvay ya da otobüse bindiğinizde eğer siz kendi kararınızla bir bilet alıp basmıyorsanız etrafınızda size zorla bilet aldıracak ne bir güvenlik ne de bir güvenlik sistemi var. Şehrin içinde bir günde istediğiniz kadar tramvaya binebilirsiniz, tüm şehri tramvay sistemiyle gezebilirsiniz denebilir. Bizim ülkemizdeki gibi sıkı bir akbil denetimi ve güvenlikçiler mevcut değil.

Parlamento binası ve nehrin iki bölümünü birbirine bağlayan köprüler dikkat çekici. Kaleye çıktığınızda manzara daha da netleşiyor kuş bakışı şehri gözlemleyebiliyorsunuz. Macar salamı, mavi peynir, gulaş çorbası, tuzlu ve tatlı krepleri deneyebileceğiniz tatlar. Cafe Center en beğendiğim tatlıları yapan samimi bir personele sahip içi de oldukça zevkli dekore edilmiş bir kafe. 

Macar halkı oldukça yardımsever ve iyi niyetli. Bir yer sorduğunuzda ingilizceyi çok iyi konuşamamalarına rağmen size yardımcı olabilmek için ellerinden geleni yapıyorlar, bunun için zaman harcamaları da onlar için çok önemli olmuyor. Budapeşte'de turistler genellikle her ülkede çok yaygın olarak kullanılan kırmızı otobüslerle turistik bölgelere taşınıyor fakat yürüyerek de şehri çok rahatlıkla gezebilirsiniz. Çok büyük bir şehir olmaması, nehrin kıyısında yürümek için geniş bir kaldırım ve bisiklet yolu bulunması bisiklet severler için de güzel bir imkan. Avrupa'nın birçok ülkesi gibi bisiklet kullanımı Macaristan'da da yaygın. Budapeşte için anlatacaklarım bu kadar. Bir sonraki gezim için sabırsızlanıyorum :)

5 Eylül 2014 Cuma

Slovenya'da Kısa bir Tur

Viyana'dan 5 saat süren tren yolculuğu sonrasında Slovenya topraklarına ulaşıyorsunuz. Bu tren seyahati boyunca bol bol çam ormanı ve küçük şirin köyler görüyorsunuz. Ljublyana başkenti bu güzel ülkenin. 


Taksiler şehir merkezinin içine kadar giremiyor çünkü merkez sadece bir yürüyüş alanı. Eskişehir'le büyük benzerlikler gösteren şehirde bir nehir ve iki yanında restorantlarla dolu. Tabiki eski kiliseleri ve ara sokaklarındaki şirinlikle de dikkat çekici bir şehir Ljublyana. 



Şehrin en önemli turist çeken yerlerinden bir tanesi de kalesi. Kale yüksekte olduğundan teleferiğe benzer bir sistemle çıkılıyor ve yukarıdan tüm şehir manzarası ayaklar altında. Kale sonradan çok fazla restore edildiğinden tarihi çekiciliğini kaybetmiş durumda, daha çok güzel bir çay içmek için gidilip oturulabilecek bir manzara ve kafeler için gidilebilir, eğer tarihi birşeyler göreceğim diye bir beklenti içindeyseniz gitmeyin derim. 






Slovenya lezzetli kahveleri , güzel vişneli peynirli börekleri, samimi, insanları gülümseyen bir ülke. Tavsiye ederim. 

22 Ağustos 2014 Cuma

Masal Şehir Viyana

Bazen kendinizi tarihin bir döneminde herşeyin ve herkesin eski masumiyetini ve coşkusunu koruduğu bir filmin orta yerinde bulursunuz, hissedersiniz ya Viyana için en iyi tasvir bu olsa gerek. 




Binaların muazzam tarihi görüntüsü, heykellerin mükemmel detayları, sanatçı insanların enerjisi bir yana sokaklarda yürürken aşağılara değil yukarılara bakmayı öngörür bu güzel şehir. Çünkü en yükseklerinde o binaların sizleri bekleyen ünlü simalar vardır. 


Beethoven' ın ya da Einstein' ın sıkça oturduğu, bilim ya da sanat camiasından dostlarıyla muhabbet ettiği, kahve içtiği bir kafe hala orada eski yerinde duruyordur mesela. Eski opera binaları geniş alanlara kurulu beklemektedir yeni izleyicilerini. Viyana Üniversitesi' nin etrafında yürürken görürsünüz Goethe' den Schiller' e herkes portre heykelleriyle sizlere bakıyordur. 


Bir de benim gibi Viyana Film Festivali dönemine denk gelen şanslılardansanız artık diyecek söz yoktur. En güzelini izlersiniz balenin operanın dev büyük bir ekranda muazzam bir katedralin dev bahçesinde.


İnsanları aydın fikirli sanat severlerdir, zaten kimseyi zorla bir operaya götüremeyeceğinizden orada olma nedenleri bile sizin için mutluluk kaynağı olabilir.



Gizem doludur Viyana, sıcak ve samimi bir enerjisi vardır, kendinizi turist gibi hissetmezsiniz de sanki bir kısa zaman yolculuğu yapmış gibi merak içersindeyken bulursunuz; bir sonraki sokağın köşesinden dönünce hangi güzel sarayın, kütüphanenin ya da çiçeklerle dolu bahçenin sizi karşılayacağını düşünür heyecanlanırsınız. Kaldığınız yerdeki personel şaşırılacak kadar iyi niyetli, kibar ve yardımseverdir. 

Güzeldir Viyana, dostluklarıyla da özlenen şehirdir...