28 Ağustos 2011 Pazar

1 Ocak 2011, Trafalgar Square

Yalnızlığı bir yaşam biçimi haline getirmiş insan gruplarına dahil olduğumu hissetmişimdir çocukluğumdan beri. Londra'ya gittiğim ilk birkaç günden sonra insanlardaki Christmas coşkusu beni yalnızlığa daha da yaklaştırıyordu.
Mağazalar dolup taşıyor, alışveriş merkezlerinde herkes hipnotize biçimde tüketim yapıyordu. Bu kalabalık yığınında gözlemlediğim sahte sevinç duygusu, birkaç gün sonraki yeni yıl gecesinde, hediye paketlerinin açılacağı ve herşeyin tekrar sıradanlaşacağı hissinin insanların yüzlerinde oluşturduğu ifade ürkütücüydü.
Yılbaşı gecesi Trafalgar Square'deydim. İngiltere' de insanlar nasıl bir yeni yıl kutlaması yapıyor gözlemlemek için en coşkuyla kutlanan meydanda erken saatlerde yerimi almıştım. En sonunda adım atacak yer kalmamıştı, bu arada ben bir Hint restorantındaki garsonun "İranlı mısınız" gibi sorularını yanıtlıyordum ki o buz gibi havada bir kadeh şarabı içtikten sonra London Eye' a yürüdüm. BBC canlı yayın yapıyordu tüm dünyaya. İnsanlar deli gibi içiyordu, yaş gruplandırması yapamıyorum çünkü 70 yaşında yaşlı adamlar kadınlar görüyordum torunlarıyla içerken..Bir türk çift, beni yabancı sanmış, fotoğraflarını çekmemi istemiş, ben de hiç bozuntuya vermemiştim. Bir de yan tarafta kavga edecek gün olarak yeni yılı tercih etmiş bir çift, birbirlerine bağırıyordu. Birçok adam kafalarında renkli peruklarla üzerlerinde takım elbiselerle bir mutluluk oyunu oynuyorlardı.
Gecenin sonunda eve dönüş, tam bir korku filmi niteliğindeydi. Karşımda yüzlerce zombi üzerime geliyordu sanki, yerler şişelerle doluydu, yürünemiyordu. Ve polis tüm caddeleri kapatmış, insanlar sadece kaldırımlardan yürüyorlardı yığınlar halinde insan topluluklarının hepsi ayrı yönlere gitmeye çalışıyordu daracık kaldırımlarda ve ezilenlerin sesleri duyuluyordu. Tüm metro hatları kapatılmıştı. En sonunda bir polise eve nasıl döneceğimi sordum ve "insanların ayılmasını bekliyoruz" yanıtını aldım. Metronun faaliyete girmesi için bekledim bir süre. Sonunda sabah 4 gibi açıldı ve mideleriyle problemler yaşayan topluluklar bu kez metroya abandı. İnsanlar mutsuzdu. Bu çok netti. Mutsuzluklarının bu kadar açık bir biçimde yüzüme vurması beni de rahatsız etmiş, dünyadaki gidişatın umutsuzluğu hakkında düşünmeye başlamıştım. En aciz canlılar; biz insanlar, kendimize mutsuz olabileceğimiz kocaman bir tablo çizmiştik ve renklerin karanlığını geri alabileceğimiz hiçbir yöntem bulamıyorduk. Bu karamsar tablo ve düşüncelerle eve ulaştım. Sabah Janet tek parça halinde eve döndüğümü ve buna çok sevindiğini söyledi. Daha sonra eve davet ettiği birçok arkadaşına ne kadar cesur biri olduğumu düşündüğünü anlatacaktı.

25 Ağustos 2011 Perşembe

Londra İlk 48 Saat

Havaalanlarının, tren garlarının oldum olası karmakarışık duygularla dolu ayrılık ortamları olduğunu düşünmüşümdür. O gün de ailemden ayrılmıştım uzun bir bekleyişten sonra havaalanında.. Ama kendimi gitmeye öyle bir hazırlamıştım ki, gidişim çok da eziyetli olmamıştı..Herşey hazırdı uçağımın Heathrow havaalanındaki buzlanma nedeniyle değişmesi dışında hiçbir aksilik yaşamamıştım. Uçakta ön koltukta bulunan yabancı genç ve gözlüklü bir adamın sohbet etme çabasından kurtulmak için camdan dışarıyı uzun süre izledim, yer şekillerinin hücre organellerine benzemesi ve bu dünyanın bir sonsuzluk içindeki tek bir hücre olduğunu ve nice hücreler, yaşamlar, hayaller, hüzünler, hayal kırıklıkları olduğunu düşündüğüm sırada hostesler el çantamı koltuğun altına iyice itmemi söylediler. Uzun bir türbülanstan ve üç kez havaalanına iniş çabasından sonra toprağa basıyordum. Akşam 7 civarıydı, 2 saatlik dilimi geri almıştım ömrümden. Şehir nem kokuyordu. Bavulumu alıp beni beklemesi gereken taksi şoförünün bir an önce beni bulması için dua etmeye başladım. Bir saat kadar bekledim. İnsanların telaşını izleyerek geçen bir saatten sonra genç bir çocuk ismim yazılı bir pankartla önümde durdu. Babasının az sonra geleceğini ve trafiğe takıldığını söyledi, birlikte dışarı çıktık. Taksiyi beklerken bahsedilen buzul soğuğunu hissettim. Bu arada çocuk bana sorular soruyordu ne için geldiğime dair. Ben de ona bir hata yapıp Londra' nın hangi bölgesinde oturduğunu sordum ve "neden sordun ki" yanıtını aldım. O an anladım ki özel hayatlarına çok özen gösteren bir topluma gelmiştim bizim milletimiz gibi muhabbet olsun diye tüm hayatını tanımadığı insanlara ayaküstü büyük bir iştahla anlatan insanlar değillerdi. Kapalı bir kutu gibilerdi herşeyi kendi içlerinde yaşamayı seven insanlardı. Taksi geldi ve sağ taraftaki direksiyonu garipseyerek arka koltuğa oturdum, tüm şehri bir gecede Cezayirli bir taksi şoförünün farklı aksanıyla sorduğu sorularıyla pencereden izliyordum.
Gidiyorduk ama yol bitmiyordu. En sonunda gpsten yaklaştığımızı gördüm. Neşeli insanlardı Cezayirliler, adamın kahkahaları hala kulaklarımda.. Nihayet kapının önüne geldik ve adam dönüşte yine tek bir bavulla dönmemi temenni ederek zile bastı. O an neyle karşılaşacağımı hiç bilmiyordum, tek garipsediğim andı benim için. Bir siyah aile ve bir japon çocuk karşımdaydı. Tabiki hafif şaşkın bir ifadeyle bavulu içeri aldım, kadın bana terliklerimin olup olmadığını sordu. Olmadığını anlayınca kendi terliklerini bana verdi hemen. Bu davranışı hoşuma gitmişti. Evde garip bir balık kokusu vardı. Sonradan anlayacağım gibi favori yemekleri buharda somon balığıydı. Japon çocuk benim yaşlarımdaydı, ev arkadaşımdı, o da öğrenciydi benim gibi. Sürekli gülüyordu, ilk tanışmada bu kadar gülen bir japonu tuhaf bulmuştum. Odama çıktım. İki kişilik kocaman bir yatak tüm odayı kaplamış, karşıda duran iki kapılı dolap acizane bir görüntüye sahip olmuştu önünde duran ısrarlı komidin yüzünden. Getirdiğim priz yanlış seçilmişti ve telefonumu şarj edemediğim için üzgündüm. Kadının aksanından hiçbir dediğini anlamıyordum. Jamaikalı aile böylece hayatıma girdi, kadın ve 12 yaşındaki tek oğlu 3 katlı koca evin odalarını öğrencilere kiralayarak hem her milletten insan tanıma şansına erişiyor hem para kazanıyordu. Büyük krem rengi salonun deri koltuklarından birine oturdum ve yemeğimi bekledim japon çocuğun sırıtışına katlanarak ve karşımdaki lcd televizyondaki garip yarışma programını izleyerek.. Bizim evliilik programlarının bir üst versiyonunu yapmışlardı. Tek bir adam 40 kadın içinden soru sorarak ve eleyerek tek bir kadın seçiyor, onunla yemeğe çıkıyordu. Yemeğim sonunda masadaydı. Garip kokulu balık ve pilav, haşlanmış sebzeden oluşan ilk akşam yemeğimi bitiremedim.
Janet çok samimi davranıyordu. Bana evin en önemli unsuru olan alarm sisteminin nasıl çalıştığını öğretti, kapıyı kilitlemeden önce gireceğim kodları söyledi 6 7 kez üstüste tekrarladı kod numaralarını, çok kontrollü ve emniyete çok önem veren yanını bu şekilde öğrendim, hayatında güven önemliydi, tek çocuğuyla pazar günleri kiliseye giderek mutluluğa erişiyordu, mütevazi kuaför dükkanına yakın olan evinde.. Japon çocuk kendini tanıttı, bana şehrin haritasını gösterdi, Janet ona ertesi gün bana şehri gezdirmesini söyledi. Çocuk büyük bir neşeyle kabul etti. Sevgili ev arkadaşım Koichi böylece hayatımdaydı. Ben dinlenmem gerektiğini söyleyerek odama çıktım. Oda yarı karanlıktı, ışığı açtıktan sonra bir de düğmeyi çevirmem gerektiğini 3 gün sonra tesadüfen öğrenmiştim, loş ve hafif soğuk bir odada uyumaya çalıştım. Ertesi sabah evin bulunduğu Newbury Park'tan nasıl şehir merkezine gideceğimi keşfetmek için evden ayrıldım. Koichi gece bana telefonunu vermişti ertesi gün buluşmak için, yeni bir hat aldım bir marketten, metroya girdim, aşırı pahalı oyster kartlar da hayatıma girmişti bir anda.. Metroyla giderken haritadan kırmızı renkle yazılmış yerlerden Holborn'u seçtim ve orada indim. İnsanları incelediğim ilk yolculuğumda 45 dakikayı asık suratlı şık giyimli kadınların makyaj yapmalarını garipseyerek (rimel bile sürebiliyorlardı o sarsıntılı trenlerde) ayyaş tipli insanların kenar köşelerde sızmış olmalarını, koloniler halinde gezen aşırı neşeli gençliğin umursamaz ve rahat ama aynı zamanda mutsuz tavırlarını, köpek gezdiricilerin 10 köpekle nasıl metroya binip bir durak sonra indiğini, her milletten insanın birbirine karışan dillerinin bir uğultu oluşturarak kulağa nasıl yepyeni bir dil gibi geldiğini gördüm. Holborn'da metrodan yeryüzüne çıktığımda yağmur yağıyordu.

Uzun bir süre telefon kulübelerinden aileme ulaşma çabasından sonra bundan vazgeçtim ve British Museum' da buldum kendimi, tüm müzeyi gezmem imkansızdı, o binayı gezmek 1 haftayı alacağından sevdiğim kısımlarında gezinirken türklerle karşılaştım. O an sanki o hiç tanımadığım türk kız ve 2 erkek kurtarıcılarımdı. Normalde hiç güvenemeyeceğim o yabancı kişilere birçok soru sordum ilk günün olduğunu söyledim, güldüler bende kendilerinin ilk zamanlarını gördüklerini söylediler. Bir süre hangi hatla türkiyeyi daha ucuza arayabileceğimi, nerede yemeğin ucuz olduğunu, öğrenci oysterını nasıl alacağımı vs anlattı kız, ülkesine dönmek için can attığını, 3 aydır orada olduğunu ve bıktığını söyledi. Sonra ayrıldık, Koichi beni arıyordu, onun o bol japon aksanlı ingilizcesiyle müzenin önünde olduğunu anlamam zaman aldı.
Koichi'yle bol yağmurlu ve fotoğraflı Londra turumuz başlamıştı, yılbaşı hazırlıklarının son sürat devam ettiği o kalabalık, kocaman, nem kokulu, asi şehirde bana en güzel yerleri ilk o gösterdi, şehrin her noktasına yerleştirilmiş haritaları nasıl okumam gerektiğini o öğretti, ev terliği aldık, birlikte çok güzel bir akşam geçirdik ve eve döndük.
28 yaşındaydı ve Japonyadaki işini gücünü bırakıp Barcelona hayaline gitmişti, severim böyle yenilikçi ruhu olan insanları, herşeyi tek bir hedef pahasına bırakabilme cesaretini gösterebilen güçlü insanları.. Japonya hakkında konuştuk, depremler hakkında..
Türkiye hakkında türkler hakkında...Yemeklerimizi yedik herkes aynı saatte aynı masada olmalıydı, Janet iyi anlaştığımızı görünce mutlu olmuştu, oğlu Theon çok sessiz bir çocuktu, ayrıldığı eşi o akşam oğlunu görmeye gelmişti, ev kalabalıktı kısacası. Dışarıda kar soğuğu, içeride sıcak aile ortamı, mutluydum.

24 Ağustos 2011 Çarşamba

İskoçya: Yağmurlu Günler Geceler

Uzun zamandır düzenlemeyi planladığım fotoğraf blogum için nihayet gereken vakti ayırıyorum. Bu blogda sadece fotoğraf değil, o "an"ları oluşturan yaşama dair de birçok şey bulabilmenizi ümit ediyorum. Anılarımı da paylaşmak istiyorum bu nedenle. Yaşam deyince aklıma hep keşifler gelir. Keşfetmeyi ve yenilenmeyi kendine bir yaşam biçimi haline getiren bir çok kişi gibi kendimi İskoçya' da Arthur's seat denen bir dağın zirvesinde bulduğum bir günden bahsetmek istiyorum. Uzun bir tren yolculuğundan sonra ulaştım Edinburgh tren garına. Aslında iki ayrı tren garı bulunan başkentte son gar en merkezdir düşüncesiyle indim trenden gideceğim hostele doğru.. Aslında adres elimdeydi ama akşam olmaya, hava kararmaya başladığında hep annelerimizin çocukluktan beri zihinlerimize kazıdığı o "hava kararmadan evde ol" hissi kaplamıştı içimi.. Bundan dolayı apar topar hosteli bulmaya karar verdim şehirde bir dağcı çantasıyla dolaşmak da çok mantıklı değildi. Önüme ilk çıkan şey bir türk lokantası olmuştu, buradada mı dedim, güldüm. Yoldan geçen benim yaşlarımda bir kızı durdurdum, adresi sordum. Kız önce bana yolu tarif etti, şehire ilk kez geldiğimi söylediğimde çantasından bir defter kalem çıkararak küçük çapta bir harita çizdi, bineceğim durağı da üç boyutlu olmasa da kağıda aktardı. Bu ince ince yağan yağmurun altındaki hassasiyete ve nezakete hayran kalmıştım. Tam bir rus aksanıyla ingilizce konuşuyorlardı, anlaşılması çok kolay olmasa da belli ki daha kibar insanlardı birçok topluma göre.. Hostele bir otobüs ve 15 dk. yürüyüş sonrasında ulaştım, içeri girdiğimde salaş bir ortamda uzun saçlı rahat görünüşlü bir adam gülümseyişiyle karşıladı beni, rezervasyon numaramı sordu, ondan iyi ingilizce konuştuğumu sözlerine ekledi, odamı tarif etti. Odaya çıktım. 3 sene Eskişehir'deki yurt deneyimimimden sonra bana hiç yabancı gelmeyen büyük odadaki 5 ranza büyük bir sessizlikle karşıladı beni... Odada kimse yoktu, benim adım jellyfish olarak verilmişti, jellyfish yazan minik dolaba eşyalarımı yerleştirdim. Yerlerde halıfleks kaplıydı ve benim de toza allerjim vardı neyse ki adaptasyon yeteneğimi yıllar boyunca evden uzakta kalmam sonucu geliştirmiştim. Üzerime ince bir yağmurluk alıp dışarı çıktım, şehir merkezinde yürüdüm, akşam 9 olmuştu, aşırı bir sessizlik hakimdi şehirde. Heryer kapanmaya başlamıştı, tek tük insanlar yürüyordu sarı sokak lambaları, tarihi katedraller şehre bir hüzün yaymıştı.

Bir kafeye girdim fakat az sonra kapatacaklarını söylediler. Ben de kafenin çaprazındaki bir italyan restoranında aldım soluğu. Böyle anlarda garsonun "tek kişimisiniz" sorusuna her zaman sinir olmuşumdur. Yanımda bir kişi daha olmadığına göre tek kişiydim. Menüdeki en afilli siparişi verdim ve beklemeye koyuldum. Karşımda etekli bir adam neşeli bir edayla karşısındaki 6 kişilik grubu eğlendiriyordu kadın&erkeklerden oluşan grup neşe içindeydi. Yan tarafımda hafif kel, zayıf bir adam&200 kiloluk bir kadından oluşan yaşlı bir çift mum ışığında yemek yiyordu. Adma kadının yediklerini inceliyordu. Sessizlerdi, aralarında konuşacak birşey kalmamıştı anlaşılan, herşey ortadaydı...Ben sevgili dostum fotoğraf makinemle birkaç fotoğraf çektim ışığı, dekoru beğenmiştim.

Yemeğim geldi, pek de özenli hazırlanmamıştı bence. Neyse..Oradan ayrıldım, yukarı doğru yürümeye başladım. Birçok mağazada etekli adam figürleriyle dolu süs, hediyelik eşyalar vitrinleri süslüyordu. Birkaç kafile geceden belirledikleri seyahat noktalarında servislerine binmek için hazırlık yapıyordu ama bunun dışında büyük bir sessizlik hakimdi sokakta. Hostele dönmeye karar verdim. Gittiğimde kapıda yine uzun saçlı adam kaydolurken verdiği kartı görmek istedi. Odadaydım. Kimse yoktu 10 kişilik odada benden başka. Uykuya dalmıştım ki aniden kapı açıldı ve 4 kişilik bir grup kız içeri girdi. İkisi Japon, ikisi İtalyandı biraz sohbet ettikten sonra uyuduk. Ertesi sabah kahvaltı&biraz fotoğraf için çıktım hostelden. Kahvaltıyı Tearoom denen çok şirin bir kafede suratsız yaşlı bir kadın ve kızı olduğunu tahmin ettiğim ukala bir kızın yerinde yaptım.


Bir dilim daha kızarmış ekmek istedim diye kız içinden küfür ediyor gibi gelmişti bana. Oradan ayrıldım. Deniz kenarına doğru inerken küçük bir müze gördüm. Müze de birçok yerde şaşırtıcı gelebilecek kadar insansızdı. Üst kata çıktım, iskoç evlerine dair birkaç maketi fotoğrafladıktan sonra dış mekanlarda gezmeye karar verdim. Yüksek dağlara tırmanacağım kısımlara doğru yürüdüm. İlk başta gözüme çok yüksek görünmüştü minicik insanlar dağın etrafını saran patika yoldaydı, bazıları koşuyordu. Ben de bir anda kendimi tırmanırken buldum; en üst noktaya varmıştım sonunda. Yol boyunca aklımdan hep yaşananlar, direncin insanın hayatındaki önemi geliyordu. Herşeyle mücadele etmek.. Bunun sonunda hissedilen mutluluk.. Evet.. En üstteydim, orada insanlarla karşılaştım. Sohbet ettim biraz, fotoğrafımı çekmelerini istedim.

Uçurumdan düşme pahasına genç bir çocuk daha iyi açıdan çekmek için patikanın en ucuna kadar yürüdü. Biraz panikle karışık bakışlarım&zoraki gülümsememe dair fotoğraf bu şekilde oluşmuştu. Sonra şehre yürüdüm, küçük bir yerde olduğumu hissettim. Bağdat caddesinin biraz daha genişi karşımdaydı, yan tarafında Scott Monument, Edinburgh Castle a giden park olan caddenin diğer tarafında mağazalar ve insan yığınları vardı. Mağazalardaki insanların aceleci&tutkulu alışveriş isteği beni orada da alışverişten soğutmuştu. En iyisi caddenin sonuna kadar yürüyüp İskoç viskisi denemekti güzel bir yerde. Dediğim gibi de oldu, İskoç viskilerinin bulunduğu bir tarihi yere girdim; aşağıda içki mahzenleri, üst katta iskoç viskilerinin sunulduğu minik bardaklı genç adamlar vardı. Bir bardağı gülümseyerek bana uzattı adam. Denedim ve acı buldum.. Birkaç fotoğraftan sonra şehrin heryerini dolaştığımı hissettim. En iyisi bir tur programına katılmak olacaktı. Hostele döndüğümde japon kızlardan birkaç tavsiye aldıktan sonra bir tur yeri buldum, biletimi aldım ertesi sabah sürücü, ekip başı Bob önderliğindeki bir kafileyle ilerliyorduk Highlands'e doğru.

Bob'un tam yanındaki koltuk bana kalmıştı. Yol boyunca insanları güldürmek için beni kullanarak şakalar espriler yaptı. Çoks samimi karakteri, engin tarih bilgisi, şatoların önünde benim fotoğraf çekmem için durması yavaşlaması hoşuma gitmişti. Bana şarkı söyleyebilirmisin dedi. Söylerim dedim ve bir ufak türk sanat müziği eserinin en başını mırıldandım mikrofonda, herkes dikkat kesilmişti bu yüzden gülmeye başladım. Sonra hep birlikte güldük. Minibüste abd den insanlar, yunanlı bir çift, orta yaşlı bir italyan çift ve almanlar vardı. Tek türk olarak dikkat çekmiştim, geleneklerimizle ilgili soru bombardımanına tutuluyordum zaman zaman. Birçok tarihi yeri yoğun bir yağmur altında gezdikten sonra yemek yiyeceğimiz noktaya geldiğimizde ben çoktan alman gençlerin olduğu gruba sempatik hareket ve konuşmalarımla dahil olmuştum. Haggis denen o korkunç yemeği yerken bizim akşam yemeklerinde neler yediğimizi sordular. Hiçkimsenin türkler hakkında en ufak fikirleri olmayışı ve ön yargılarla dolu olmaları dikkat çekiciydi.

Gezi sonunda ilk bulunduğumuz noktaya geri döndük, kızlarla sözleştik ama onları daha sonra aramadım. Hostele döndüğümde abdli, afrikada gönüllü olarak çalışan ve şuan dünya seyahatinde bir kızla tanıştım kız oldukça samimiydi birlikte film izleyebileceğimizi söyledi, kendisinin yiyip sonuna kadar getirdiği bir fıstık ezmesi kavanozu uzattı bana. Film için hostelin girişindeki lobide bulunan, sürekli öksüren bir erkek arkadaşıyla ve onun laptopuyla odaya girdi. Odada orta yaşlı,kocası başka bir seyahatte olan bir kadın uyumaktaydı, bizim filmimizin sesinden ne kadar rahatsız olmayacağını söylese de sonunda adamın öksürük krizlerinden rahatsız oldu. Yatak minderlerinin birini yere koyduk, hiç komik olamayan bir komedi filmini izledik hep birlikte öksürük eşliğinde. Amber çok toleransı geniş bir kızdı, insan çok yer gezip çok şey yaşayınca insanlara karşı daha anlayışlı olmayı öğreniyor bence. Kadının sinirli tavırlarına oldukça sakin ve kibar bir şekilde karşılık verdi. Öksüren adam flim bitince odadan çıktı ayakkabılarını da alıp, o da iyi tombul sevimli bir tipti. İyi insanlar bir şekilde bbirbirlerini buluyordu anlaşılan. Ertesi sabah kız İtalya'ya gitmek üzere hostelden ayrıldı ve anne kız 2 kişi odaya yerleşti. Çok garip ilişkileri olan anne kız saçları sapsarı ve kızıl tonlarında garip kıyafetler ve abartılı makyajlarıyla mutsuzluklarını maskeliyorlardı. Böyle insanlar bende her zaman bir acıma hissi uyandırır. Yine böyle hissettiğim o sabah şehirle vedalaşmak için kendimi dışarı attım, görmediğim kadar türk restoranı gördüm hiç türkçe konuşan biriyle karşılaşmamama rağmen..Son gün sabah 8 de tren garına yürürken Karaköy'ün Galata taraflarının nemli kokusu ve hüznü benimleydi. Şehirden ayrıılırken hiç gitmek istemedim aslında.. Belki göreceğim görmem gereken daha bir çok şey vardı...

İskoçya' ya giderken trenin camının çatlaması nedeniyle tren değiştirmiştim, dönerken de ukala insanların rezervasyon yaptırdıkları ve üzerinde hiçbir işaret bulunmayan koltuğa oturduğum için sinirlenmiştim. Londra' ya doğru yola çıktığım tren yolculuğu sırasında bir çok fotoğraf çektim...Güzel birkaç gün geçmişti hayatımda.