25 Ağustos 2011 Perşembe

Londra İlk 48 Saat

Havaalanlarının, tren garlarının oldum olası karmakarışık duygularla dolu ayrılık ortamları olduğunu düşünmüşümdür. O gün de ailemden ayrılmıştım uzun bir bekleyişten sonra havaalanında.. Ama kendimi gitmeye öyle bir hazırlamıştım ki, gidişim çok da eziyetli olmamıştı..Herşey hazırdı uçağımın Heathrow havaalanındaki buzlanma nedeniyle değişmesi dışında hiçbir aksilik yaşamamıştım. Uçakta ön koltukta bulunan yabancı genç ve gözlüklü bir adamın sohbet etme çabasından kurtulmak için camdan dışarıyı uzun süre izledim, yer şekillerinin hücre organellerine benzemesi ve bu dünyanın bir sonsuzluk içindeki tek bir hücre olduğunu ve nice hücreler, yaşamlar, hayaller, hüzünler, hayal kırıklıkları olduğunu düşündüğüm sırada hostesler el çantamı koltuğun altına iyice itmemi söylediler. Uzun bir türbülanstan ve üç kez havaalanına iniş çabasından sonra toprağa basıyordum. Akşam 7 civarıydı, 2 saatlik dilimi geri almıştım ömrümden. Şehir nem kokuyordu. Bavulumu alıp beni beklemesi gereken taksi şoförünün bir an önce beni bulması için dua etmeye başladım. Bir saat kadar bekledim. İnsanların telaşını izleyerek geçen bir saatten sonra genç bir çocuk ismim yazılı bir pankartla önümde durdu. Babasının az sonra geleceğini ve trafiğe takıldığını söyledi, birlikte dışarı çıktık. Taksiyi beklerken bahsedilen buzul soğuğunu hissettim. Bu arada çocuk bana sorular soruyordu ne için geldiğime dair. Ben de ona bir hata yapıp Londra' nın hangi bölgesinde oturduğunu sordum ve "neden sordun ki" yanıtını aldım. O an anladım ki özel hayatlarına çok özen gösteren bir topluma gelmiştim bizim milletimiz gibi muhabbet olsun diye tüm hayatını tanımadığı insanlara ayaküstü büyük bir iştahla anlatan insanlar değillerdi. Kapalı bir kutu gibilerdi herşeyi kendi içlerinde yaşamayı seven insanlardı. Taksi geldi ve sağ taraftaki direksiyonu garipseyerek arka koltuğa oturdum, tüm şehri bir gecede Cezayirli bir taksi şoförünün farklı aksanıyla sorduğu sorularıyla pencereden izliyordum.
Gidiyorduk ama yol bitmiyordu. En sonunda gpsten yaklaştığımızı gördüm. Neşeli insanlardı Cezayirliler, adamın kahkahaları hala kulaklarımda.. Nihayet kapının önüne geldik ve adam dönüşte yine tek bir bavulla dönmemi temenni ederek zile bastı. O an neyle karşılaşacağımı hiç bilmiyordum, tek garipsediğim andı benim için. Bir siyah aile ve bir japon çocuk karşımdaydı. Tabiki hafif şaşkın bir ifadeyle bavulu içeri aldım, kadın bana terliklerimin olup olmadığını sordu. Olmadığını anlayınca kendi terliklerini bana verdi hemen. Bu davranışı hoşuma gitmişti. Evde garip bir balık kokusu vardı. Sonradan anlayacağım gibi favori yemekleri buharda somon balığıydı. Japon çocuk benim yaşlarımdaydı, ev arkadaşımdı, o da öğrenciydi benim gibi. Sürekli gülüyordu, ilk tanışmada bu kadar gülen bir japonu tuhaf bulmuştum. Odama çıktım. İki kişilik kocaman bir yatak tüm odayı kaplamış, karşıda duran iki kapılı dolap acizane bir görüntüye sahip olmuştu önünde duran ısrarlı komidin yüzünden. Getirdiğim priz yanlış seçilmişti ve telefonumu şarj edemediğim için üzgündüm. Kadının aksanından hiçbir dediğini anlamıyordum. Jamaikalı aile böylece hayatıma girdi, kadın ve 12 yaşındaki tek oğlu 3 katlı koca evin odalarını öğrencilere kiralayarak hem her milletten insan tanıma şansına erişiyor hem para kazanıyordu. Büyük krem rengi salonun deri koltuklarından birine oturdum ve yemeğimi bekledim japon çocuğun sırıtışına katlanarak ve karşımdaki lcd televizyondaki garip yarışma programını izleyerek.. Bizim evliilik programlarının bir üst versiyonunu yapmışlardı. Tek bir adam 40 kadın içinden soru sorarak ve eleyerek tek bir kadın seçiyor, onunla yemeğe çıkıyordu. Yemeğim sonunda masadaydı. Garip kokulu balık ve pilav, haşlanmış sebzeden oluşan ilk akşam yemeğimi bitiremedim.
Janet çok samimi davranıyordu. Bana evin en önemli unsuru olan alarm sisteminin nasıl çalıştığını öğretti, kapıyı kilitlemeden önce gireceğim kodları söyledi 6 7 kez üstüste tekrarladı kod numaralarını, çok kontrollü ve emniyete çok önem veren yanını bu şekilde öğrendim, hayatında güven önemliydi, tek çocuğuyla pazar günleri kiliseye giderek mutluluğa erişiyordu, mütevazi kuaför dükkanına yakın olan evinde.. Japon çocuk kendini tanıttı, bana şehrin haritasını gösterdi, Janet ona ertesi gün bana şehri gezdirmesini söyledi. Çocuk büyük bir neşeyle kabul etti. Sevgili ev arkadaşım Koichi böylece hayatımdaydı. Ben dinlenmem gerektiğini söyleyerek odama çıktım. Oda yarı karanlıktı, ışığı açtıktan sonra bir de düğmeyi çevirmem gerektiğini 3 gün sonra tesadüfen öğrenmiştim, loş ve hafif soğuk bir odada uyumaya çalıştım. Ertesi sabah evin bulunduğu Newbury Park'tan nasıl şehir merkezine gideceğimi keşfetmek için evden ayrıldım. Koichi gece bana telefonunu vermişti ertesi gün buluşmak için, yeni bir hat aldım bir marketten, metroya girdim, aşırı pahalı oyster kartlar da hayatıma girmişti bir anda.. Metroyla giderken haritadan kırmızı renkle yazılmış yerlerden Holborn'u seçtim ve orada indim. İnsanları incelediğim ilk yolculuğumda 45 dakikayı asık suratlı şık giyimli kadınların makyaj yapmalarını garipseyerek (rimel bile sürebiliyorlardı o sarsıntılı trenlerde) ayyaş tipli insanların kenar köşelerde sızmış olmalarını, koloniler halinde gezen aşırı neşeli gençliğin umursamaz ve rahat ama aynı zamanda mutsuz tavırlarını, köpek gezdiricilerin 10 köpekle nasıl metroya binip bir durak sonra indiğini, her milletten insanın birbirine karışan dillerinin bir uğultu oluşturarak kulağa nasıl yepyeni bir dil gibi geldiğini gördüm. Holborn'da metrodan yeryüzüne çıktığımda yağmur yağıyordu.

Uzun bir süre telefon kulübelerinden aileme ulaşma çabasından sonra bundan vazgeçtim ve British Museum' da buldum kendimi, tüm müzeyi gezmem imkansızdı, o binayı gezmek 1 haftayı alacağından sevdiğim kısımlarında gezinirken türklerle karşılaştım. O an sanki o hiç tanımadığım türk kız ve 2 erkek kurtarıcılarımdı. Normalde hiç güvenemeyeceğim o yabancı kişilere birçok soru sordum ilk günün olduğunu söyledim, güldüler bende kendilerinin ilk zamanlarını gördüklerini söylediler. Bir süre hangi hatla türkiyeyi daha ucuza arayabileceğimi, nerede yemeğin ucuz olduğunu, öğrenci oysterını nasıl alacağımı vs anlattı kız, ülkesine dönmek için can attığını, 3 aydır orada olduğunu ve bıktığını söyledi. Sonra ayrıldık, Koichi beni arıyordu, onun o bol japon aksanlı ingilizcesiyle müzenin önünde olduğunu anlamam zaman aldı.
Koichi'yle bol yağmurlu ve fotoğraflı Londra turumuz başlamıştı, yılbaşı hazırlıklarının son sürat devam ettiği o kalabalık, kocaman, nem kokulu, asi şehirde bana en güzel yerleri ilk o gösterdi, şehrin her noktasına yerleştirilmiş haritaları nasıl okumam gerektiğini o öğretti, ev terliği aldık, birlikte çok güzel bir akşam geçirdik ve eve döndük.
28 yaşındaydı ve Japonyadaki işini gücünü bırakıp Barcelona hayaline gitmişti, severim böyle yenilikçi ruhu olan insanları, herşeyi tek bir hedef pahasına bırakabilme cesaretini gösterebilen güçlü insanları.. Japonya hakkında konuştuk, depremler hakkında..
Türkiye hakkında türkler hakkında...Yemeklerimizi yedik herkes aynı saatte aynı masada olmalıydı, Janet iyi anlaştığımızı görünce mutlu olmuştu, oğlu Theon çok sessiz bir çocuktu, ayrıldığı eşi o akşam oğlunu görmeye gelmişti, ev kalabalıktı kısacası. Dışarıda kar soğuğu, içeride sıcak aile ortamı, mutluydum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder