24 Ağustos 2011 Çarşamba

İskoçya: Yağmurlu Günler Geceler

Uzun zamandır düzenlemeyi planladığım fotoğraf blogum için nihayet gereken vakti ayırıyorum. Bu blogda sadece fotoğraf değil, o "an"ları oluşturan yaşama dair de birçok şey bulabilmenizi ümit ediyorum. Anılarımı da paylaşmak istiyorum bu nedenle. Yaşam deyince aklıma hep keşifler gelir. Keşfetmeyi ve yenilenmeyi kendine bir yaşam biçimi haline getiren bir çok kişi gibi kendimi İskoçya' da Arthur's seat denen bir dağın zirvesinde bulduğum bir günden bahsetmek istiyorum. Uzun bir tren yolculuğundan sonra ulaştım Edinburgh tren garına. Aslında iki ayrı tren garı bulunan başkentte son gar en merkezdir düşüncesiyle indim trenden gideceğim hostele doğru.. Aslında adres elimdeydi ama akşam olmaya, hava kararmaya başladığında hep annelerimizin çocukluktan beri zihinlerimize kazıdığı o "hava kararmadan evde ol" hissi kaplamıştı içimi.. Bundan dolayı apar topar hosteli bulmaya karar verdim şehirde bir dağcı çantasıyla dolaşmak da çok mantıklı değildi. Önüme ilk çıkan şey bir türk lokantası olmuştu, buradada mı dedim, güldüm. Yoldan geçen benim yaşlarımda bir kızı durdurdum, adresi sordum. Kız önce bana yolu tarif etti, şehire ilk kez geldiğimi söylediğimde çantasından bir defter kalem çıkararak küçük çapta bir harita çizdi, bineceğim durağı da üç boyutlu olmasa da kağıda aktardı. Bu ince ince yağan yağmurun altındaki hassasiyete ve nezakete hayran kalmıştım. Tam bir rus aksanıyla ingilizce konuşuyorlardı, anlaşılması çok kolay olmasa da belli ki daha kibar insanlardı birçok topluma göre.. Hostele bir otobüs ve 15 dk. yürüyüş sonrasında ulaştım, içeri girdiğimde salaş bir ortamda uzun saçlı rahat görünüşlü bir adam gülümseyişiyle karşıladı beni, rezervasyon numaramı sordu, ondan iyi ingilizce konuştuğumu sözlerine ekledi, odamı tarif etti. Odaya çıktım. 3 sene Eskişehir'deki yurt deneyimimimden sonra bana hiç yabancı gelmeyen büyük odadaki 5 ranza büyük bir sessizlikle karşıladı beni... Odada kimse yoktu, benim adım jellyfish olarak verilmişti, jellyfish yazan minik dolaba eşyalarımı yerleştirdim. Yerlerde halıfleks kaplıydı ve benim de toza allerjim vardı neyse ki adaptasyon yeteneğimi yıllar boyunca evden uzakta kalmam sonucu geliştirmiştim. Üzerime ince bir yağmurluk alıp dışarı çıktım, şehir merkezinde yürüdüm, akşam 9 olmuştu, aşırı bir sessizlik hakimdi şehirde. Heryer kapanmaya başlamıştı, tek tük insanlar yürüyordu sarı sokak lambaları, tarihi katedraller şehre bir hüzün yaymıştı.

Bir kafeye girdim fakat az sonra kapatacaklarını söylediler. Ben de kafenin çaprazındaki bir italyan restoranında aldım soluğu. Böyle anlarda garsonun "tek kişimisiniz" sorusuna her zaman sinir olmuşumdur. Yanımda bir kişi daha olmadığına göre tek kişiydim. Menüdeki en afilli siparişi verdim ve beklemeye koyuldum. Karşımda etekli bir adam neşeli bir edayla karşısındaki 6 kişilik grubu eğlendiriyordu kadın&erkeklerden oluşan grup neşe içindeydi. Yan tarafımda hafif kel, zayıf bir adam&200 kiloluk bir kadından oluşan yaşlı bir çift mum ışığında yemek yiyordu. Adma kadının yediklerini inceliyordu. Sessizlerdi, aralarında konuşacak birşey kalmamıştı anlaşılan, herşey ortadaydı...Ben sevgili dostum fotoğraf makinemle birkaç fotoğraf çektim ışığı, dekoru beğenmiştim.

Yemeğim geldi, pek de özenli hazırlanmamıştı bence. Neyse..Oradan ayrıldım, yukarı doğru yürümeye başladım. Birçok mağazada etekli adam figürleriyle dolu süs, hediyelik eşyalar vitrinleri süslüyordu. Birkaç kafile geceden belirledikleri seyahat noktalarında servislerine binmek için hazırlık yapıyordu ama bunun dışında büyük bir sessizlik hakimdi sokakta. Hostele dönmeye karar verdim. Gittiğimde kapıda yine uzun saçlı adam kaydolurken verdiği kartı görmek istedi. Odadaydım. Kimse yoktu 10 kişilik odada benden başka. Uykuya dalmıştım ki aniden kapı açıldı ve 4 kişilik bir grup kız içeri girdi. İkisi Japon, ikisi İtalyandı biraz sohbet ettikten sonra uyuduk. Ertesi sabah kahvaltı&biraz fotoğraf için çıktım hostelden. Kahvaltıyı Tearoom denen çok şirin bir kafede suratsız yaşlı bir kadın ve kızı olduğunu tahmin ettiğim ukala bir kızın yerinde yaptım.


Bir dilim daha kızarmış ekmek istedim diye kız içinden küfür ediyor gibi gelmişti bana. Oradan ayrıldım. Deniz kenarına doğru inerken küçük bir müze gördüm. Müze de birçok yerde şaşırtıcı gelebilecek kadar insansızdı. Üst kata çıktım, iskoç evlerine dair birkaç maketi fotoğrafladıktan sonra dış mekanlarda gezmeye karar verdim. Yüksek dağlara tırmanacağım kısımlara doğru yürüdüm. İlk başta gözüme çok yüksek görünmüştü minicik insanlar dağın etrafını saran patika yoldaydı, bazıları koşuyordu. Ben de bir anda kendimi tırmanırken buldum; en üst noktaya varmıştım sonunda. Yol boyunca aklımdan hep yaşananlar, direncin insanın hayatındaki önemi geliyordu. Herşeyle mücadele etmek.. Bunun sonunda hissedilen mutluluk.. Evet.. En üstteydim, orada insanlarla karşılaştım. Sohbet ettim biraz, fotoğrafımı çekmelerini istedim.

Uçurumdan düşme pahasına genç bir çocuk daha iyi açıdan çekmek için patikanın en ucuna kadar yürüdü. Biraz panikle karışık bakışlarım&zoraki gülümsememe dair fotoğraf bu şekilde oluşmuştu. Sonra şehre yürüdüm, küçük bir yerde olduğumu hissettim. Bağdat caddesinin biraz daha genişi karşımdaydı, yan tarafında Scott Monument, Edinburgh Castle a giden park olan caddenin diğer tarafında mağazalar ve insan yığınları vardı. Mağazalardaki insanların aceleci&tutkulu alışveriş isteği beni orada da alışverişten soğutmuştu. En iyisi caddenin sonuna kadar yürüyüp İskoç viskisi denemekti güzel bir yerde. Dediğim gibi de oldu, İskoç viskilerinin bulunduğu bir tarihi yere girdim; aşağıda içki mahzenleri, üst katta iskoç viskilerinin sunulduğu minik bardaklı genç adamlar vardı. Bir bardağı gülümseyerek bana uzattı adam. Denedim ve acı buldum.. Birkaç fotoğraftan sonra şehrin heryerini dolaştığımı hissettim. En iyisi bir tur programına katılmak olacaktı. Hostele döndüğümde japon kızlardan birkaç tavsiye aldıktan sonra bir tur yeri buldum, biletimi aldım ertesi sabah sürücü, ekip başı Bob önderliğindeki bir kafileyle ilerliyorduk Highlands'e doğru.

Bob'un tam yanındaki koltuk bana kalmıştı. Yol boyunca insanları güldürmek için beni kullanarak şakalar espriler yaptı. Çoks samimi karakteri, engin tarih bilgisi, şatoların önünde benim fotoğraf çekmem için durması yavaşlaması hoşuma gitmişti. Bana şarkı söyleyebilirmisin dedi. Söylerim dedim ve bir ufak türk sanat müziği eserinin en başını mırıldandım mikrofonda, herkes dikkat kesilmişti bu yüzden gülmeye başladım. Sonra hep birlikte güldük. Minibüste abd den insanlar, yunanlı bir çift, orta yaşlı bir italyan çift ve almanlar vardı. Tek türk olarak dikkat çekmiştim, geleneklerimizle ilgili soru bombardımanına tutuluyordum zaman zaman. Birçok tarihi yeri yoğun bir yağmur altında gezdikten sonra yemek yiyeceğimiz noktaya geldiğimizde ben çoktan alman gençlerin olduğu gruba sempatik hareket ve konuşmalarımla dahil olmuştum. Haggis denen o korkunç yemeği yerken bizim akşam yemeklerinde neler yediğimizi sordular. Hiçkimsenin türkler hakkında en ufak fikirleri olmayışı ve ön yargılarla dolu olmaları dikkat çekiciydi.

Gezi sonunda ilk bulunduğumuz noktaya geri döndük, kızlarla sözleştik ama onları daha sonra aramadım. Hostele döndüğümde abdli, afrikada gönüllü olarak çalışan ve şuan dünya seyahatinde bir kızla tanıştım kız oldukça samimiydi birlikte film izleyebileceğimizi söyledi, kendisinin yiyip sonuna kadar getirdiği bir fıstık ezmesi kavanozu uzattı bana. Film için hostelin girişindeki lobide bulunan, sürekli öksüren bir erkek arkadaşıyla ve onun laptopuyla odaya girdi. Odada orta yaşlı,kocası başka bir seyahatte olan bir kadın uyumaktaydı, bizim filmimizin sesinden ne kadar rahatsız olmayacağını söylese de sonunda adamın öksürük krizlerinden rahatsız oldu. Yatak minderlerinin birini yere koyduk, hiç komik olamayan bir komedi filmini izledik hep birlikte öksürük eşliğinde. Amber çok toleransı geniş bir kızdı, insan çok yer gezip çok şey yaşayınca insanlara karşı daha anlayışlı olmayı öğreniyor bence. Kadının sinirli tavırlarına oldukça sakin ve kibar bir şekilde karşılık verdi. Öksüren adam flim bitince odadan çıktı ayakkabılarını da alıp, o da iyi tombul sevimli bir tipti. İyi insanlar bir şekilde bbirbirlerini buluyordu anlaşılan. Ertesi sabah kız İtalya'ya gitmek üzere hostelden ayrıldı ve anne kız 2 kişi odaya yerleşti. Çok garip ilişkileri olan anne kız saçları sapsarı ve kızıl tonlarında garip kıyafetler ve abartılı makyajlarıyla mutsuzluklarını maskeliyorlardı. Böyle insanlar bende her zaman bir acıma hissi uyandırır. Yine böyle hissettiğim o sabah şehirle vedalaşmak için kendimi dışarı attım, görmediğim kadar türk restoranı gördüm hiç türkçe konuşan biriyle karşılaşmamama rağmen..Son gün sabah 8 de tren garına yürürken Karaköy'ün Galata taraflarının nemli kokusu ve hüznü benimleydi. Şehirden ayrıılırken hiç gitmek istemedim aslında.. Belki göreceğim görmem gereken daha bir çok şey vardı...

İskoçya' ya giderken trenin camının çatlaması nedeniyle tren değiştirmiştim, dönerken de ukala insanların rezervasyon yaptırdıkları ve üzerinde hiçbir işaret bulunmayan koltuğa oturduğum için sinirlenmiştim. Londra' ya doğru yola çıktığım tren yolculuğu sırasında bir çok fotoğraf çektim...Güzel birkaç gün geçmişti hayatımda.

2 yorum:

  1. oncelıkle hosgeldın :) suan ıs sebebı ıle havaalanına gıdıyrm bır sure ulkede olmucagım uc gun gıbı :) dondugumde hepsını tek tek ılgılenecegım guzle bır blog ıle karsıladıgın ıcın cok tesekkur edeırm kalemıne saglık

    YanıtlaSil
  2. Ben de çok teşekkür ederim, ilk izleyicim oldun :) iyi yolculuklar, görüşmek dileğiyle...

    YanıtlaSil