6 Eylül 2011 Salı

Zamanda Geriye Doğru Yolculuk: Natural History Museum

Müzeler insanlık tarihine ve insanın dünyaya bakış açısına dair kanıt niteliği taşır tarihte bence. Bir ülkenin yapısını, gelişmişlik düzeyini anlamak istiyorsak öncelikle müzelerine bakmalıyız, sonra kütüphanelerine. Eğer kendi toplumunu eskiyle bilgilendiriyorsa ülke, o toplum yeni birşeyler üretebilmek için gerekli alt yapıya sahip olabilmiş demektir. Eski bilinmeden yeni birşeyler icad etmek üretkenlik olarar nitelendirilemez bu sadece baştan beri rotasını bilemeden sürüklenmeye benzer büyük bir okyanusta. Bu konuyu daha fazla uzatmadan National History Museum' dan bahsetmek istiyorum.
3 line değiştirdikten sonra insanlar özellikle turistler kış aylarında da kolaylıkla ulaşabilsin diye alttan yapılan kestirme geçitlerle ulaşabilirsiniz. Müzenin büyük görkemli kapısını bir yana bırakmak istiyorum ve iç kısmının büyüklüğünden bahsetmeden geçemiyorum. Bu doğa tarihi müzesini bir günde gezebileceğinizi düşünmeyin. Özellikle de eğer tüm canlılar hakkında yazılmış detaylı bilgileri okayacağım derseniz en az bir hafta ayırmanız gerekir. Doğal taş bölümünü incelemek de istiyorum diyenler ayrıca 3 gün daha ekleyebilir bu süreye.
Taşlarla ilgili kısım:
Aslında çok derinlere girmeden bazı örnekler verip bu konuyu kapatmak daha hoş olur diye düşünmekteyim şuan nedense.. Bencillik yapıp ilk başta Homo sapiens tarihinden bahsedecek olursam karşıma iki ayağı üzerinde yürüyebilen Australopithecines çıktı mesela, iki ayağı üzerinde yürüyebilen Güney Afrika'lı bir kadın.
Daha da gerilere dinazorlara kadar gideceğim ama önce Güvercingillerin atalarından bahsetmek istedim. Raphus cucullatus Uçamayan bir kuştur. 17. yüzyılda insanların bu kuşların yaşadığı adayı istilası sonucunda türleri yok olmuştur.
Komodo dragonunun 3 metre uzunluğa ve 150 kg'a kadar ulaşabiliyor olması ilgimi çekmişti o gün..
Ve daha birçok canlı tarihin derinliklerinden fırlamış gibi karşımdaydı ve bence insanın doğa tarihi müzelerine sık sık gitmesi sonunda kendinin egolarından sıyrılmasıyla sonuçlanmalıdır. Çünkü dünyanın hakimi olduğumuz düşüncesi yerini zamanla biz daha yaşamıyorken dünyayı dinazorların istila etmiş olması ve sonlarının da hala tam olarak kestirilemeyen bir nedenle gelmiş olması demek ve tarihin de tekerrürden ibaret olduğu biraraya gelince ve de ütopik yokoluş senaryoları da katkıda bulununca bunlara, sonunda demeliyiz ki evet biz şuan buradayız, heryeri istila etmiş, kirletmiş, yok etmiş olabiliriz ama biz de bu varoluşun sadece ufak bir parçasıyız. Hatta daha da ileri giderek biz kimiz ki diye sorabilmeliyiz, ki bu hep sorduğum sorudur kendime. Böylece beynimizin neden varolduğunu düşünür, tüketici formatından üretici formatına geçebiliriz belki, tarihte yaşamış ve çoğu acılar içinde ölmüş bilimadamları, filozoflar üstün düşünme yetilerinin dışında günlük hayattan kendilerini bir şekilde soyutlamış, kendilerini sorularla dolu bir hayal dünyasına hapsetmişlerdir belki. Bu düşünme yetisi bize verildiyse iyiye kullanmamız içindir bence. Aşağıdaki fotoğraflar:Dromaeosaurus, Iguanodon: Ig-wha-noh-don vs. :)
Gideon ve Mary Mantell, 1822 yılında, 120 milyon yaşındaki ilk dinazor fosiline ait dişleri bilimsel literatüre kazandırmış:
Son olarak sekoya ağacının yaş halkalarından oluşan dev gövde kesidine getirmek istedim konuyu. Bu ağaç tarihte neler gördü, nelere şahit oldu, ne savaşlar, açlıklar, icatlar.. Bunların hepsine şahit olan ve sessiz kalabilmeyi yapısına kabul ettirmiş canlılar olan bitkiler, gizemlerini korumaya devam etmekte...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder